Loading...
2025-28
17:00
logoÇ. Rizespor
-
logoKasımpaşa
-
2025-28
17:00
logoKonyaspor
-
logoBaşakşehir
-
2025-28
20:00
logoFenerbahçe
-
logoAntalyaspor
-
2025-28
20:00
logoKayserispor
-
logoGençlerbirliği
-
2025-28
16:00
logoİstanbulspor
-
logoBoluspor
-
2025-28
16:00
logoManisa FK
-
logoBodrum FK
-
2025-28
19:00
logoHatayspor
-
logoBandırmaspor
-
2025-28
19:00
logoSerik Spor
-
logoErzurumspor
-
2025-28
15:00
logoK.Maraş İstiklal
-
logoAdanaspor
-
2025-28
15:00
logoMardin 1969 Spor
-
logo1461 Trabzon FK
-
2025-28
14:00
logo68 Aksaray Bld
-
logoKırklarelispor
-
2025-28
15:30
logoAnkara Demir
-
logoYeni Malatyaspor
-
2025-28
16:00
logoG.Gebze Spor
-
logoArnavutköy Bld.
-
2025-28
16:00
logoSomaspor
-
logoAliağa FK
-
2025-28
19:00
logoBursaspor
-
logoIsparta 32 Spor
-
2025-28
19:00
logoFethiyespor
-
logoYeni Mersin İY
-
2025-28
14:00
logoErbaaspor
-
logoKastamonuspor
-
2025-28
15:30
logoAdana 01 FK
-
logoKaracabey Bld
-
2025-28
15:30
logoİskenderunspor
-
logoŞanlıurfaspor
-
2025-28
16:00
logoİnegölspor
-
logoMuğlaspor
-
2025-28
16:00
logoKepezspor A.Ş
-
logoSincan Bld Ankaraspor
-
2025-28
19:00
logo24 Erzincanspor
-
logoKaraman FK
-
2025-28
19:00
logoAnkaragücü
-
logoAltınordu
-
2025-28
19:00
logoBucaspor 1928
-
logoBeykoz A.Ş.
-
2025-28
19:00
logoElazığspor
-
logoBatman Petrolspor
-
2025-28
16:00
logoAston Villa
-
logoFulham
-
2025-28
18:30
logoNewcastle
-
logoArsenal
-
2025-28
16:30
logoFreiburg
-
logoHoffenheim
-
2025-28
18:30
logoKöln
-
logoStuttgart
-
2025-28
20:30
logoUnion Berlin
-
logoHamburg
-
2025-28
15:00
logoRayo Vallecano
-
logoSevilla
-
2025-28
17:15
logoElche
-
logoCelta Vigo
-
2025-28
19:30
logoBarcelona
-
logoR. Sociedad
-
2025-28
22:00
logoReal Betis
-
logoOsasuna
-
2025-28
13:30
logoSassuolo
-
logoUdinese
-
2025-28
16:00
logoPisa
-
logoFiorentina
-
2025-28
16:00
logoRoma
-
logoHellas Verona
-
2025-28
19:00
logoLecce
-
logoBologna
-
2025-28
21:45
logoMilan
-
logoNapoli
-
2025-28
16:00
logoNice
-
logoParis FC
-
2025-28
18:15
logoAngers
-
logoBrest
-
2025-28
18:15
logoLille
-
logoLyon
-
2025-28
18:15
logoMetz
-
logoLe Havre
-
2025-28
21:45
logoRennes
-
logoLens
-
2025-28
13:15
logoNEC Nijmegen
-
logoAZ Alkmaar
-
2025-28
15:30
logoGroningen
-
logoFeyenoord
-
2025-28
15:30
logoUtrecht
-
logoHeerenveen
-
2025-28
17:45
logoTelstar
-
logoGo Ahead
-
  1. Haberler
  2. Futbol Haberleri
  3. Futbol Sadece Gol Değil, Bir Hayat Hikayesidir

Futbol Sadece Gol Değil, Bir Hayat Hikayesidir

Futbol Sadece Gol Değil, Bir Hayat Hikayesidir
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Hoş geldiniz futbolun derinliklerine! Bu yazımızda, beyaz camdan milyonlara seslensek de, tek başına hikaye anlatmanın büyüsünü yeniden keşfedeceğiz. Türkiye’de futbolun yöneticilerin oyunu haline geldiği günümüzden başlayarak, transfer dedikodularının cazibesine, saha içindeki eşsiz anlardan ırkçılığın acı yüzüne kadar birçok çarpıcı hikayeyle futbolun sadece bir spor değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olduğunu gözler önüne sereceğiz. Hazır olun, çünkü bu yolculukta duygu fırtınaları ve unutulmaz anlar sizi bekliyor!

Türk Futbolunda Yöneticilerin Gölgesi

Futbolun Esas Kahramanları Kim?

Türkiye’de futbolun hali ortadayken, esas kahramanların futbolcular ya da teknik adamlar değil, bizzat yöneticiler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Son günlerde sıkça duyduğumuz isimleri ve polemikleri bunun en açık kanıtı. Peki, bu durum nasıl bir noktaya geldi?

Unutkan Başkan ve Kovulan Yönetici

Bir gün, kulübünün imkanlarını kullanarak geniş katılımlı bir kokteyl veren bir başkan, masalardan birinde alımlı ve kendini iyi ifade eden bir gençle koyu bir sohbete dalar. Genç, futbol bilgisini ortaya koyarken, başkan ondan oldukça etkilenir ve ertesi gün makamına çağırarak birlikte çalışmayı teklif eder. Gencin cevabı ise şaşkınlık vericidir: “Ben zaten bu kulüpte sizinle çalışıyorum!” Bu durum, yöneticilerin bazen kendi çalışanlarını bile tanımadığının trajikomik bir örneğidir.

Başka bir hikayede ise, bir kulüp başkanı kaç forma sattıklarını merak eder. Mağazalardan sorumlu yönetici cevap vermeye hazırlanırken, asistanı atik davranıp sayıyı söyler. Bu durumdan hoşnut olmayan başkan, yöneticisine “Yahu sen bizim kaç forma sattığımızı bilmiyor musun?” diyerek onu o an kovar. Bugüne kadar başarı hikayesi olan yönetici, eşyalarının çoktan kolilere doldurulduğunu görünce içinde bulunduğu “saçmalıklar komedyasını” anlar. İşte bu yüzden futbol bu ülkede biraz yöneticilerin oyunudur diyebiliriz.

Transfer Tutkusu ve Futbolun Dedikodu Yüzü

Dedikodu Bile Güzel: Transfer Hikayeleri

Futbolseverlerin bazı mevsimlerde en sevdiği şeylerden biri de transfer dedikodusudur. Aslında dedikodu, başkalarının özeli hakkında konuşmak, bir haber yaymak her zaman ilgi çeker. Gazetecilerin de en sihirli argümanlarından biridir. Hatta bazen oyuncular bile bu tuzağa düşer.

Şampiyon Takıma Giden Polonyalılar

1990’lı yılların başında, fakir Polonya’dan iki bıçkın delikanlı, Yaroslav Araçkevi ve Peter Novak, yurt dışında oynayan futbolculara özenirler. Türkiye ligini takip edemeseler de Bako’nun Beşiktaş’ın devi olduğunu bilirler. Bir gün telefonları çalar ve Türkiye’den arayan bir menajer, kendilerini “şampiyon takıma” götürmek istediğini söyler. O dönem ne Google ne YouTube vardır; rivayetlere kendi hayallerini katarlar. 1990 yılının şampiyonu Beşiktaş olduğu için siyah-beyazlılara gideceklerini sanıp teklifi kabul ederler. İstanbul’a geldiklerinde ise gerçekle yüzleşirler: Gittikleri takım Bakırköyspor’dur! Tercüman, “Size yalan söylemedi, Bakırköyspor geçen sezon ikinci ligde şampiyon oldu,” diyerek durumu kurtarır. İki sezon Bakırköyspor’da başarılı bir şekilde oynayan Polonyalılar, transferin tuzaklarla dolu olduğunu, iki kelime oyununa yenilebileceklerini o gün anlarlar.

Futbol Bir Hikayedir, Gerisi Hava Cıva

Pirlo’dan Penaltı Hikayesi

Futbol esasen transfer değil, hikayedir. Transfer bile olsa, hikayesi olunca güzeldir. Bir anın, bir durumun anlatılması keyif verir, yoksa gerisi hava cıva. Andrea Pirlo kitabında bir penaltı anını şöyle anlatır: “İki takım orta yuvarlakta toplanır ve bir oyuncu penaltı noktasına yollanır. Bunu kimsenin yaşamasını istemem. Altı üstü 50 metre yürürsünüz. Fakat tam korkularınızdan kalbinize giden felaket bir yolculuktur bu. Ölüme giden bir adamın darağacına yaptığı yürüyüş desek biraz abartı olur ve çok da uygun olmaz. Ancak yine de bu örneğin durumu açıklayacağına inanıyorum. O an gerçek bir işkence, bir ızdırap fırtınası, içinizde, etrafınızda kopan bir kasırga var.”

Çocukluğumuzdan Brezilya Sahalarına: Kültür Olarak Futbol

Bu gibi tarihi anlar unutulmaz, yer edinir, iz bırakır. Bizim futbola bağlılığımız da bundan. İlkokulda başladık top peşinde koşmaya, daha doğrusu bulduğumuz her şeyi top yapıp peşinden koşmaya. Plastik topların patlaması, çift katlı topların pahalı olması derken, kola kutularıyla oynadık. Tüm dünyada böyledir bu. Napoli’de parası olan önce yiyecek, sonra futbol maçına gider, kalırsa ev alırmış. Brezilya’nın en küçük köylerinde bile iki şey eksik olmazmış: bir kilise, bir de top sahası. Futbol böyle bir şey. Bir kültüre ait oluyoruz. Platini’nin dediği gibi: “Bir futbol takımı bir varoluş şeklini, bir kültürü temsil eder.” O hesap tuttuğun takıma da o yüzden aşıksın.

Kaybolan Ebedi Dostluk ve 1932 Yangını

Ezeli rekabet ebedi dostluk derler ya… Artık sadece ezeli rekabet kaldı, ebedi dostluk gitti. Oysa geçmişte ne hikayeler vardı. 7 Haziran 1932’de Fenerbahçe Spor Kulübü büyük bir yangın felaketi yaşar. Kulübün tüm mal varlığı yanar. Bu kara bulutların arasında, daha önce anlaşılmış bir maç için Selanik müttelitiyle sahaya çıkmaları gerekmektedir, ancak forma bile yoktur. Tam maçın iptalini düşünürken, kapı açılır ve içeri Galatasaray kaptanı Aslan Nihat ile o dönemin 6 ünlü futbolcusu girer. Aslan Nihat, üzgün Fenerbahçeli futbolculara dönerek, “Bu kara gününüzde sizi yalnız bırakamazdık. Bizleri de aranıza kabul ederseniz ben ve takım arkadaşlarım bu maçta Fenerbahçe forması giyeceğiz ve sizinle oynamaya hazırız,” der. Teklifi kabul eden Fenerbahçe, Galatasaray takviyesiyle Selanik müttelitini 4-0 yener. O gün toplanan 910 lira hasılat da Kızılay’a bağışlanır. İşte kültür budur! Bugün biriken hikayeler ne yazık ki bu tür güzelliklerden uzak. Belki de bu yüzden bir kısmımız çocukluğa sığınmak için halı sahalara gidiyoruz.

Top Sürmenin Gizli Tarihi ve Irkçılığın Acı Yüzü

Top Sürmek: Bir Direniş Hikayesi

Top sürmeyi hepimiz çok seviyoruz ya… O top sürmenin altında bile muhteşem bir varoluş hikayesi varmış. Futbolistas kitabında okumuştum. Bazı tarihçiler, top sürme tutkusunun futbolun gelişim yıllarında bir nevi ayrımcılığa tepki olarak çıktığı tezini ortaya atıyorlar. Bu teze göre top sürme, siyah futbolcuların beyazlara karşı kendini korumak amacıyla yaratmış olduğu yaratıcı bir marifet örneğiydi. Böylece fazla temasın, acımasızlığın önüne geçiliyordu. Bu hikaye muhtemelen Brezilya’dan yayılıyor; zira nüfusunun %45’i Afrikalı-Brezilyalılardan oluşuyor. Brezilya, köleliği en son kaldıran ülke olduğu için ırkçılıktan da çok çekmiştir.

Futbol Sahalarında Irkçılık Vakaları

Siyah insanlar, beyazlara benzemek için yüzlerini pirinç ununa bulayıp kıvırcık saçlarını düzleştirerek ırkçı engelleri aşmaya çalışırlarmış. Bugün hala Avrupa’da ırkçılık devam ediyor. İtalya’daki örneklere bakın: 2001’de taraftarlar, Nijeryalı antrenör Omaladi’yi takıma sokarken “Zenci istemiyoruz!” diye bağırıp stadı terk ettiler. Bir sonraki maçta ise oyuncular, Omaladi’yi desteklemek için yüzlerini siyaha boyayarak sahaya çıktılar. 2005’te Fildişi Sahilli Zoro, maçın ortasında topu eline alıp hakeme yürüdü ve “Bana hakaret ediyorlar, maçı tatil etmeniz lazım, yeter artık oynamıyorum,” dedi. Verona başkanı, taraftarın kabul etmeyeceği gerekçesiyle Patrick M’Boma’yı kadroya alamayacağını söyledi. Cagliari-Inter maçındaki Eto’o hikayesi de meşhurdur; İspanya’dan da bu yüzden ayrılmıştı. Zaragoza’ya karşı galibiyeti kutlarken kendisine yöneltilen aşağılık tezahüratlardan etkilenerek maymun gibi dans ederek kutlama yapmıştı. Bu bir tepkiye tepkiydi.

Carlos Alberto ve Fred gibi önemli oyuncular, maçlara yüzlerini pudrayla beyazlatarak veya saçlarını düzleştirerek çıkarlarmış. Brezilya’yı bu illetten kurtaran da o siyah renkli adamların formasını giydiği milli takımın zafere ulaşması oldu. Eduardo Gallano’nun güzel bir sözü var: “Gözyaşı mendilden gelmez.” Bence ırkçılığın sebebi de futbol değil, toplumun kültürünün bir yansımasıdır sadece. Ama futbol ırkçılığı yok etmenin çok önemli bir yolu, bir arabulucusu olabilir.

Dorasso: Paranın Rengi

Dorasso, ancak profesyonel olduğunda ırkçılıktan çektiği sıkıntıların sona erdiğini söylüyor. Bir pazar sabahı kimliği yanında yokken çörek almaya giderken başına iş açılır. Polis kendisini tanıyınca ancak yakasını kurtarabilir. Bunun üzerine Dorasso şöyle der: “O gün anladım ki yüzümün rengi aslında cebimdeki paranın rengiydi. Kimileri parayı aklar, ben ve benim gibilerin durumundaysa para bizi aklar.”

Futbolun Kişisel Gelişim Yönü ve Zanetti’nin Destanı

Zanetti: İstikrarın ve Fedakarlığın Simgesi

Futbolcu hikayeleri, iyi bir kişisel gelişim de sağlar. Mesela, Zanetti. İstikrar denince akla gelen ilk isimlerdendir. Bozulmayan gıda gibi; tipi aynı, saçı aynı, vücudu aynı. Nasıl başardı bunu? Zorluklarla büyüdü. Annesi evlere temizliğe gider, babası duvar işçisidir. Kendisi içi boş yarım ekmekle okula gider, okuldan sonra bakkalda çıraklık yapar. Akşam ezanı okunana kadar da top oynar. Ayakkabıları olmadığında babası kendi elleriyle krampon diker. O televizyonda Pasarella’nın gollerini izleyip hayaller kurar: “Bir gün topçu olur muyum acaba?” İşte hayal kurmaktan korkmayacaksın; sen izlersin, adam yıllar sonra hoca olur, seni de milli takıma çağırır. Zanetti’yi ilk kez milli takıma çağıran Pasarella’dır.

Vefa, Gözyaşları ve Hüzünlü Bir Veda

Lakabı “Traktör” olan Zanetti, zorlu yıllar ve zor bir hayat sürse de hayal kurmaktan vazgeçmez. Arjantin 2. Ligi’nden Benfield’a, oradan da Inter’e transfer olur. Kariyeri öz ve nettir. Real Madrid onu kapısında yatarken bile “Aşkım satılık değil” diyerek reddeder. Inter’e ilk geldiğinde Roberto Carlos, Paul Ince gibi yıldızların yanında kimse onu tanımaz, ancak Zanetti 16 sene daha oynayarak hepsinin ömründen uzun bir kariyer çizer. 800 küsur maçında hep aynı istikrarı sürdürür.

İçinde ne fırtınalar kopsa da sessizliğini korur. Inter 45 yıl aradan sonra Avrupa’nın en büyük kupasını müzesine götürmek ister. Rakip Real Madrid’dir. Hakem uzatmaları gösterdiğinde stoper Samuel ile göz göze gelir ve ikisi de ağlamaya başlar. “Erkek adam ağlar mı?” derler ya, traktörler de ağlar! Maç biter, kupayı kaldırıp öpüp dururlar. Soyunma odasında kupaya sarılan Zanetti, “Uzun süredir seni bekliyordum, şimdi kollarındasın,” der. Romantik olmadığı söylense de, bir keresinde Türkiye tatilinde spor salonu olmayan bir otele sinirlenince eşi Paolo’yı ve valizleri ağırlık olarak kullanması ilginç bir detaydır.

Her güzel adam gibi Zanetti’nin hikaye çizgisinde de bir hüzün vardır. Bir gün İtalya Kupası’nı kazanır, kutlamalar sürerken annesinden bir mesaj gelir: “Tebrikler oğlum, senin adına çok sevindim, seni çok seviyorum.” Otobüsün yoğunluğundan mesaja dönmeye fırsat bulamayan Zanetti, sabah ararım diye düşünür. Ancak o fırsat bir daha gelmez; annesi o gece uykusunda vefat eder. Çocukluğu boyunca çile çekmemesi için evlere temizliğe giden çilekeş anasına, en büyük çocukluk kahramanına, böyle kötü bir anıyla veda eder. Zanetti, çocukluğundaki sıkıntıları unutmamak için bir vakıf kurar, çocukların eğitim ve beslenme ihtiyaçlarını karşılar. Futbol böyle bir şeydir; hayatın ta kendisi. Hayat fena halde futbola benzer. Bu hikayeden alınacak bilgiler bir gün bir yerlerde lazım olur.

Unutulan Kahramanlar ve Futbol Soruları

Hale Bacaklıoğlu ve Sir Stanley Matthews

Yaşı genç olanlar pek bilmez ama Uğur Meleke’nin yazısında denk geldiğim bir hikayeyi paylaşayım. 80’li yılların sonunda Türkiye’nin en zeki genci kabul edilen, görme engelli psikolog adayı Hale Bacaklıoğlu, tek kanallı dönemde “Banko” adlı yarışmayı 6 hafta üst üste kazanarak 4 milyon ödül toplar ve tüm parayı eğitime yatırır. Ancak onun yarışmadan elenmesine neden olan, herkesi üzüntüye boğan bir futbol sorusu olur. Soru şudur: “Aktif sporculuğu sırasında Sir unvanı kazanan ilk futbolcu kimdir?” Hale Hanım yanıtı sessizce geçirir: “Bilmiyorum.”

Oysa sorunun cevabı olan Sir Stanley Matthews ile hayatları arasında büyük benzerlikler vardır. 1915 doğumlu Matthews, sadece ilk “Sir” unvanını alan oyuncu değil, aynı zamanda ilk Altın Top’u (Ballon d’Or) kazanan isimdir. Tarihteki ilk futbol ayakkabısını o giymiş, yıpranan ayakkabılarını elleriyle tamir etmiştir. Kariyeri boyunca centilmen bir adam olan Matthews’in tek bir sarı kartı bile yoktur. Pele bile onun için “futbolun nasıl oynanacağını sonraki nesle öğreten adamdır,” der. Kraliçe Elizabeth unvanı kendisine takdim eder. Irkçılıkla mücadele etmek için Güney Afrika’yı seçip siyahlardan oluşan amatör bir futbol takımını yönetmiştir. Hale Bacaklıoğlu ve Stanley Matthews, iyilikte kesişen hikayelerdir.

Türkiye’de Futbol Kültürü Noksanlığı

Bu hikayeler bize çok şey anlatır. Spor, bir kültür olayıdır. Ama bizim bu yönde eksiğimiz fazla. Yöneticilerimizde, futbolcularımızda, hakemlerimizde hep bir eksiklik var gibi. Futbolculara baktığımız zaman “havadan para kazanıyorlar” gibi düşünen çok var.

Futbolcu Hayatı: Şımarıklık mı, Fedakarlık mı?

Futbolcuların Gözünden Hayat

Tarih boyunca bu konu çok konuşulmuştur. Jose Mourinho, yoğun maç temposuyla ilgili sorulan bir soruyu şöyle yanıtlamıştır: “Yorgun mu? Günde 15 saat çalışıp ayda birkaç yüz euroyla eve dönen baba yorgun olur. Biz değil!” Maradona da benzer cümleler kurmuştur. Carlos Tevez’in Çin’e transfer olup yılda 40 milyon euro kazanacak olması, toplumda “asgari ücret alıyorsun kafayı mı yedireceksin kendine?” gibi kıyaslamalara yol açar. Bu arada halı saha paraları da aldı başını gitti!

Ancak futbolcular yine de bir ton meseleyle baş etmek zorundadır. İletişim, basın, yemek düzeni, sakatlıklar… Bunlar kolay hafife alınacak şeyler değil.

Komik Sakatlıklar ve Gol Sevinçleri

Premier Lig’in en kısa oyuncusu ve Aston Villa efsanesi Allen Wright, yeni aldığı lüks arabasının gaz pedalına basmaya çalışırken dizini sakatlamış ve iki ay oynamamıştır. İngilizlerin “yaramaz çocuğu” Roby Fowler, 1999’da attığı golden sonra eleştirilere tepki çekmek için aut çizgisine eğilerek uyuşturucu kullanıyormuş gibi yapmıştı. Hocası Gerard Houllier, durumu kurtarmak için “Çim yiyen inek taklidi yaptı,” dese de kimse inanmamıştı.

Gol sevinçleri de ayrı bir hikayedir. Drogba’nın çimlerde kayması, Ronaldo’nun “Sİİİ!”si meşhurdur. Ama trajikomik bir tanesini anlatayım: Paolo Diogo, 2004’te attığı golü kutlamak için tellere tırmanır. Aşağı indiğinde bir bakar ki parmağının biri yoktur! Yüzüğü tellere takılınca parmağı kopmuştur. Parmağını ararken vakit geçirdiği için sarı kart görmesi ise hikayenin ironisidir.

Hakemler de alemdir. Sahaya kusursuz bir özgüvenle çıkarlar ama maç başladıktan sonra karizmaları yerle bir olur. Yunanistan’da Bastiya isimli oyuncu, 2008’de sahaya giren bir çıplak taraftarı yakaladığı için “yakalama biçimi kırmızıya değer” denilerek kırmızı kart görmüştür.

Gol sevinçleri tarih boyunca kıymetlendirilmiştir; bazen bir sembol, bazen bir siyasi gönderme, bazen de saçmalık fenomen olur. Gascoigne, gol sevincinde Orange Order tarikatının simgesi olan akordeonlu flüt çalma hareketi yapınca terör örgütü IRA’dan ölüm tehditleri almıştır.

Futbolun ilk yüzyılının başında gol sevinci sadece tokalaşmaydı. 1920’lerde bir rahip, “Golü el sıkışarak kutlamak bile saygısızlık, yakında bunlar birbirlerini öperler,” demişti. Kiliseyi bile ters köşeye yatıran ilk gol sevinci, 1930 Dünya Kupası finalinde Uruguaylı oyuncuların kollarını havaya kaldırıp zıplayarak kutlamalarıyla ortaya çıktı.

Futbolcuların şımarık halleri, bazen onların kültürsüzlüğünü ve bunun bizim kültürümüzü etkilediğini hissettirir. Zengin birini görünce duyulan o “kahrolası” hissi, bir Türk hastalığıdır. Ama sporcu olmak kolay bir hadise değildir. Sürekli antrenmanlar, milyonların önünde oynama zorluğu, ağır sakatlıklar vardır.

Komik Sakatlıklar Devam Ediyor

Brezilyalı santrafor Ramalo, diş ağrısı çekerken doktorunun verdiği ilacın ne olduğunu anlamadan hepsini yutmuş. Sorun, ilacın hap değil ağrı kesici fitil olmasıymış. Diş ağrısı için ağızdan fitil alınca üç gün yataktan kalkamamış. Darius Vazel, ayak başparmağı tırnağının altında kan toplayınca, hastaneye gitmek yerine tırnağının üzerini matkapla delerek kanı boşaltmış. Sonuç iltihap ve üç haftalık rapor. 1970’lerde Norveçli bir futbolcu, koşu yaparken geyikle çarpışmış ve sakatlanarak milli takım kadrosundan çıkarılmış. Bunlar komik örnekler olsa da, sporcu olmanın zorluklarını gösterir.

Kaybedenlerin Hikayeleri ve Türk Sporunun Acı Gerçekleri

Fahri Sümer: Türkiye’nin Muhammed Ali’si

Biz hep kazananlar üzerinden görürüz fotoğrafı, oysa beni hep kaybedenlerin hikayeleri cezbetmiştir. Mesela bizim bir Muhammed Ali’miz varmış, Fahri Sümer. Los Angeles Olimpiyatları’nda Muhammed Ali, “Bu çocuğun ayakları süper, benim gençlik günlerimi hatırlatıyor, tıpkı benim kopyam. Bu çocuğu bana gönderin,” demiş. Balkan şampiyonlukları, Inter kupa zaferleri kazanan Fahri Sümer, dönemin cumhurbaşkanının bile iltifat ettiği bir sporcudur. Ancak ülkenin spor kültürü buna müsaade etmez. Olimpiyat kampından davet gelir, ama gidemez. “Kampa gelirsem çoluk çocuğumun rızkı kesilecek, aç kalacaklar,” der. Yıllarca kanının düştüğü milli formadan ağlaya ağlaya affını ister. Asgari ücrete talim eden sporcunun borç harç yaptığı iki göz odalı gecekondu evi, bir kepçe darbesiyle dağıtılır. Muhammed Ali’nin kendine benzettiği sporcu, hiçbir yumrukla yıkılmaz ama bir kepçe darbesiyle devrilir. Fahri Sümer’i sonra Sarıyer pazarında, övgüler yağan elleriyle elma, armut, şeftali satarken görürüz. O devlet büyüklerine ulaşmaya çalışır ama başaramaz. İşte bu ülke bazen işinin ehli olanların değil, ehli keyfin kural koyduğu yerler olabiliyor. Futbol işte bu yüzden zor.

Türkiye’nin Elinden Kaçan Yıldızlar ve Yönetici Hataları

Gözden Kaçan Yetenekler: Haland, Şevçenko ve Dahası

Transfer dönemi muhabbeti bizi nerelere getirdi… Laf lafı açtı. Çok sayıda kaçan balık hikayemiz var. Mesela Galatasaray scout ekibi Molde’de Erling Haaland’ı keşfeder. 2.5 milyon euro isteyen Molde, parayı peşin ister. Galatasaray taksitlere bölmek isteyince transfer gerçekleşmez. Salzburg 4 milyon euro bonservisle Haaland’ı alır. Bir başka örnek: 1997-98 sezonunda Andriy Shevchenko’yu Trabzonspor’a tavsiye ederler. Dönemin yönetimi “Bu ünlü bir isim değil, adı duyulmamış, istemeyiz,” der. Sonra ne mi oldu? Milan’da zirveye çıktı.

Yerli örnekler de var. Gökhan Gönül, 16 yaşında Bursa Yolspor’dayken Galatasaray izler ama muhtemelen fiziğine takıldıkları için transfer olmaz. Gençlerbirliği’ne gider. Altı sene sonra Galatasaray tekrar ister ama Metin Diyadin devreye girer ve Gökhan Gönül Fenerbahçe’ye transfer olur. İyi ki de öyle olmuş.

Mesut Özil hikayesi de benzerdir. Özan Canın görüşür Mesut’la, idmana götürür. “Bu çocuk çok cılız, zargana gibi, solucan,” derler, “Bundan futbolcu olmaz.” Beşiktaş da “futbolcu tipi yok,” diyerek reddeder. Özgüveni kırılan Mesut, Schalke’ye imza atar. Yani Mesut, Galatasaray ya da Beşiktaş’ta da olabilirdi. Yöneticilerin futbolculara nasıl yük bindirdiğini görüyor musunuz?

Ronaldinho’nun da bomba hikayesini anlatmamıştım. Diyarbakırspor’a önerirler, onay çıkmaz. Sonra haber başlığı “Diyarbakır’dan Ronaldinho’ya ret” olur. Ülke futbolunun yabancı kontenjanı değil, bence yabancı idareci sorunu var.

Yabancı Kuralı ve Stratejik Hatalar

96 senesinde Nijerya Milli Takımı olimpiyatlarda altın madalya kazanır. Fenerbahçe, Jay-Jay Okocha’yı transfer eder. Amokachi de iyiydi, onu da isterler ama yabancı kontenjanı doludur. Ali Şen ile Süleyman Seba konuşur ve Amokachi Beşiktaş’a gelir. Ali Şen o zamanlar “Eğer Amokachi’yi transfer edebilseydik Avrupa şampiyonu olurduk,” der.

Zlatan Ibrahimović ve Ronaldo Örnekleri

2000 senesi, Beşiktaş golcü arar. Gündemde Fan Hoong, Pascal Numa ve Zlatan Ibrahimović vardır. İbrahim Altınsay, 19 yaşındaki Ibrahimović’i önerir ama İtalyan hoca “İşi şansa bırakmayalım,” diyerek Pascal’ı seçer. Zlatan da Ajax’ın yolunu tutar. Oysa Bobby Robson, Barcelona’dayken Brezilyalı Ronaldo için eleştirilse de arkasında durmuş ve onu dünyanın gelmiş geçmiş en büyük golcüsüne dönüştürmüştü. Kimler gelebilirdi, kimler geçebilirdi? Gelseler de bu kadar büyük olabilirler miydi? Orası hep muallak, ama muhabbetini yapmak tatlı oluyor.

Sonuç

Sonuç olarak, futbol sahalarında atılan gollerden çok daha fazlasını barındıran, hayatın ta kendisi olan bir spor. Yöneticilerin kararları, transfer dedikoduları, ırkçılık gibi acı gerçekler, sporcuların fedakarlıkları ve gözden kaçan yetenekler… Her biri futbolun büyük hikayesinin bir parçası. Ancak tüm bu karmaşanın ortasında, futbolun birleştirici gücü, ilham verici anları ve kişisel gelişimimize katkıları da yadsınamaz. Bu hikayeler bize, hayatın tıpkı futbol gibi, beklenmedik olaylarla dolu olduğunu ve her anından ders çıkarılabileceğini hatırlatıyor. Üstadın dediği gibi: “Çivi nereye çakılıydı da nereden çıktı?” Haftaya görüşürüz. Eyvallah.

Futbol Sadece Gol Değil, Bir Hayat Hikayesidir
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Transfer Haberleri ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.