Hagi: Sahaların Efsanesi, Türk Futbolunun Kralı
Futbol dünyasında bazı isimler vardır ki, sadece attıkları goller ya da kazandıkları kupalarla değil, sahadaki duruşları, hırsları ve futbol aşklarıyla akıllara kazınır. İşte o isimlerden biri de şüphesiz “Karpatların Maradona’sı” lakaplı Gheorghe Hagi. Bu yazımızda, futbola veda etme eşiğindeyken Türkiye’ye gelerek bir efsaneye dönüşen Hagi’nin hikayesini, onun gözünden ve bize yaşattığı unutulmaz anılarla yeniden canlandıracağız.
Hagi: Avrupa’nın Zirvesinde Bir Yıldız
Nostaljik futbol anılarına daldığımızda, akla ilk gelenlerden biri Hagi’nin Monaco’ya attığı o inanılmaz gol ve Sabri Ugan’ın eşsiz anlatımı olur. Attığı gollerin %70’inden fazlasını 18 dışından kaydeden Hagi, adeta şapkadan tavşan çıkarırdı. Yaşı yetenler hatırlayacaktır, o bir futbol büyücüsüydü. Hatta bir futbol okulunda genç bir kardeşimizin “Hagi gerçekten büyük topçu muydu?” sorusu, bu efsaneyi yeni nesillere anlatma ihtiyacını bir kez daha gösterdi. Net bir ifadeyle söylemek gerekirse: Hagi, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük oyuncularından biriydi ve iddia ediyorum ki 2000 yılında Avrupa’da ondan daha iyi bir futbolcu yoktu. Ve bu adam, Türkiye’de futbol oynadı! Özellikle 1988-1990 arası doğumlu birçok kişinin Galatasaraylı olmasının ardında yatan en büyük sebep Hagi’ydi.
Meksika Yolundan Türkiye Serüvenine
Hikaye, 1996 yılının Temmuz ortalarında başlıyor. Barcelona’da top koşturan 31 buçuk yaşındaki Hagi’yi arayan Bekali, ona Meksika’ya transfer olmak isteyip istemediğini sorar. Futbola veda zamanının yaklaştığını düşünen Hagi için finansal imkanlar cazip gelmeye başlamıştır. Her şey hazırdır, uçak biletleri dahi alınmıştır. Ancak tam o sırada inanılmaz bir olay yaşanır: Türkiye’den Bekali’yi arayan Galatasaray yetkilileri, Hagi’nin durumunu sorar. Öğlen saat 2’de yapılan bu görüşmenin ardından, Galatasaray ikinci başkanı ve iki menajer, saat 8.30’da Bükreş’e varır.
Görüşmeler sabaha kadar sürer ve üç yıllık bir anlaşma sağlanır. Ancak ertesi gün Faruk Süren ile yapılan görüşmede anlaşma sağlanamaz ve heyet, sözleşme yapamadan havaalanının yolunu tutar. İşte tam bu noktada Ergun Gürsoy, Bekali’ye dönerek “Florya yolumuzun üstü, Fatih Terim’i ziyaret edip tanışmak ister misin?” diye sorar. Bekali kabul eder ve Fatih Terim’in odasında Türk futbol tarihinin gidişatını değiştirecek o cümleler sarf edilir. Terim, “Hagi’yi istiyorum, Galatasaray’da istiyorum!” der ve gerekli ayarlamaları yapacağına dair söz verir. Sonrasında yönetim kurulu toplanır ve iş bitirilir. Türk futbol tarihinin en muhteşem karşılamasıyla Hagi’nin Türkiye macerası böylece başlar.
Saha İçinde Bir Lider: Hırs ve Zeka
Hagi, sahada asla maaş almak için çalışan biri gibi gözükmezdi. O, en iyisi olmak için oradaydı. Tüm enerjisi, ruhu ve kabiliyetiyle sahaya adanırdı. Kendi sözleriyle: “Ben ikinci, üçüncü sırada olmak için doğmadım. Ben en iyisiyim, en iyisi olmak istiyorum.” Ve hep şunu söylerdi: “Beni takip edersen, benimle beraber olursan sen de en iyisi olursun.”
Hagi maçlara çıktığında kahvehaneler dolup taşar, en beklenmedik anlarda 40 metreden goller çakardı. Ercan Taner gibi duayen spikerlerin bile ses telleriyle oynayan o “Hacı, Hacı, Hacı!” anonsu hala kulaklarımızdadır. Esnafın yüzü güler, çocuklar göğüsleri kabarık okullarına giderdi. Hagi’nin pasları, Hasan Şaş’ın Milan’a attığı golde olduğu gibi, adeta cebinden çıkardığı sihirli numaralardı.
Hagi Ailesinin Balkanlardan Gelen Göç Hikayesi
Hagi’nin kökleri, 1932 sonbaharında Yunanistan’ın kuzeyindeki Kavala’dan başlayan dramatik bir göç hikayesine dayanır. Makedon ve Rumen kökenli birçok insan gibi Hagi’nin ailesi de doğdukları toprakları terk etmek zorunda kalır. Lozan Anlaşması kapsamındaki mübadele, bu göçün ana nedeniydi. Aile, Romanya Krallığı’na, Bulgaristan yakınlarındaki Büyük Kaynarca’ya yerleşir. Altı ay sonra, efsane Hagi’nin babası Yanku dünyaya gelir.
Ancak göçler bitmez; 1940’ta Romanya’nın bu toprakları Bulgaristan’a bırakmasıyla aile yeniden kuzeye doğru yola çıkar ve Köstence’nin kuzeyinde bir köye yerleşir. İşte George Hagi, 4 Şubat’ı 5 Şubat’a bağlayan gece, bu köyde, ailesinin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelir. Adını, tıpkı kendisi gibi dokuz aylıkken hayatını kaybeden abisinden ve büyükbabasından alır.
İsim konusuna gelmişken, “Hacı” kelimesi bizim dilimizdeki “hacı” ile aynı manaya gelir. Geçmiş yüzyıllarda Makedonlarda bu isim, sadece kutsal dağı ziyaret edenlere verilirdi. Kudüs’ün tehlikeli bir yer olduğu dönemlerde kutsal dağa gidenler büyük bir coşkuyla karşılanır ve isimlerine “hacı” sıfatı eklenirdi. Bu isim, aslında Makedonlara Osmanlı’dan geçmiştir; saygı duyulmaya değer, kutsanmış kişilere “Hacı” denirdi. Hagi’nin büyük babalarından biri de kutsal dağı ziyaret ettiği için bu unvanı taşımıştır ve zamanla “Hagi” ailenin soyadı olmuştur.
Hagi’nin Futbolla İlk Buluşması ve Yükselişi
Hagi’nin futbolla tanışması da oldukça enteresandır. İki yaşından gün almışken, büyükbabası bir domuzun idrar torbasını temizleyip top yapar ve ona verir. Bu “kirli” başlangıçtan sonra, dört yaşında büyükannesi ona kumaştan bir top yapar, bir yıl sonra ise at yelesinden yapılmış bir top. O yıllarda kale dahi olmadan bayırda, çıplak ayakla oynarmış. Yıllar sonra bile türlü imkanları varken kramponlarını çıplak ayakla giymesi, belki de o günlerden kalma bir alışkanlıktı.
İlk gerçek topuna altı yaşında kavuşan Hagi’nin geniş repertuvarı da bence o yıllardan gelir. İmkansızlıklar içinde ne kadar vakit geçirirsen, o kadar fazla repertuvara sahip olursun. Şansın yoksa yeteneğin bir hiçtir.
Nisan 1975’te, Köstence’nin genç takımında oynayan bir genç, hocasına “Bir çocuk var, herkesi parçalıyor!” diyerek Hagi’yi anlatır. Kosti, Hagi ile böyle tanışır. O kadar küçüktür ki Kosti, “Bana övdükleri çocuğun bu olup olmadığını sordum” der. Ancak sonra denemeye karar verir. Hagi’yi kalenin arkasına gönderir ve kalecinin arkasına düşen topları toplamasını ister. Hagi, topları geri göndermeden önce ayağında sektirir, topa vuruş şekli ise birkaç yıldır birlikte çalıştığı futbolculardan bile farklıdır. 4 Nisan 1975’ten itibaren Hagi, Kosti’nin himayesi altına alınır.
Efsane Maçlar, Efsane Sözler
Hagi’nin unutulmaz anılarından biri de şüphesiz Galatasaray’ın Real Madrid’i 2-0’dan 3-2 yendiği o efsanevi maçtır. İlk yarıyı 2-0 geride kapatan ve korkuyla oynayan Galatasaray, ikinci yarıda adeta kişiliği olan bir takıma dönüşür. Soyunma odasında ne olduğu merak konusu olur. Kahramanımız Hagi’den alıntılıyorum: “Bazı şeyleri toparlamak için devre arasında biraz yüksek sesle konuşmanız gerekebiliyor. Uyuyanları uyandıracaksın. Biz devre arasında uyandık, üç gol attık, dördüncüyü de attık ama sayılmadı. Ben buyum!” der ve üstüne gülümserdi.
Hagi, sadece yetenekli değil, aynı zamanda disiplinli ve hırslıydı. Antrenmana bir saat önce gelir, en son o çıkar, izin günlerinde bile Florya’ya gidip çalışırdı. Bülent Korkmaz’ın dediği gibi: “Bizim başarımızın sebebi Hagi’ydi. Baktık takım izinliyken bile gelip Florya’da çalışıyor. ‘Bu adam bu yetenekte çalışıyorsa biz ne yapalım?’ demişler. Sırayla bunlar da başlamış Florya’dan çıkmamaya.” Saha içinde arkadaşlarına bağırıp çağırdığını görsek de, hiçbir futbolcu ona tepki vermezdi; çünkü Hagi’nin boşuna bağırmadığını bilirlerdi. Real Madrid ve Barcelona gibi devlerde oynamış bir ismin bu kadar özverili olması, diğerlerine de örnek olurdu.
Hagi’nin Barcelona serüveni de ilginçtir. Stoichkov’un Barcelona’ya transfer olmasıyla yabancı kuralı nedeniyle Hagi’nin boşta kalması, onu Galatasaray’a getirir. Hagi’nin şu sözleri, Galatasaray’a olan bağlılığını gösterir: “Barcelona’dayken şatoda yaşıyordum ama Galatasaray’da daha mutluydum.” Türkiye’ye ilk geldiğinde bazıları onun yaşlandığını ve Avrupa’da iş yapamadığını düşünse de, Hagi herkese hak ettiğini adaletli bir şekilde verdi.
Bükreş’te harika bir performans sergileyen Hagi, 1990’da 4 milyon dolar karşılığında Real Madrid’e transfer olur. Ancak Madrid’deki takım içi gruplaşmalar nedeniyle ayrılır ve Lucescu’nun çalıştırdığı Brescia’ya gider. İlk sezonunda küme düşen Hagi, takımdan ayrılmak istemez. Ancak 1994 Dünya Kupası’ndaki performansıyla yine 4 milyon dolar karşılığında Barcelona’ya transfer olur. Johan Cruyff’un rüya takımında Stojkov, Romario, Koeman gibi isimlerle rekabet etmek zorunda kalır ve istediği kadar forma giyememekten şikayetçi olur. 1996 Mayıs’ında Barcelona’daki son maçına çıkar. Hagi, Cruyff ile çalışmanın taktiksel anlamda kendisine çok şey kattığını, Galatasaray’a transfer olduğunda zihinsel olarak çok donanımlı hale geldiğini belirtir. Hagi, 1996’da Türkiye’ye geldiğinde zaten dünya çapında bir ün sahibiydi ve Real Madrid ile Barcelona’da oynamış nadir futbolculardandı.
Daha o zamanlardan başaracaklarını biliyor gibiydi. Galatasaray’da, herhangi bir Avrupa Kupası kazanırsa ekstra prim alacağı maddesini sözleşmesine ekletmişti. “Üç yıl içinde Avrupa’da kupa kaldırmayı amaçlıyordum. Bunun gerçekten olabileceğini düşünüyordum,” derdi. “Ne kadar hırslı olduğumu bilmiyorlardı. Ben bunu gösterdim. Bana göre hırs başarıyı getirir.” Hırsının yanı sıra, Hagi’nin eşsiz bir zekası da vardı.
Takıma ilk geldiğinde Popescu gibi bir vatandaşı olmasına rağmen, dili çabuk öğrenmek için Bülent Korkmaz ile aynı odayı seçmesi, onun karakterinin önemli bir göstergesiydi. Futbolu bırakırken de “Bir şampiyon olarak ayrılmak istedim. Ön kapıdan çıkmak zorundasın. ‘İhtiyarladın artık bırak’ denmesi iyi fikir değil,” diyerek felsefesini ortaya koymuştur.
Hagi’nin yeteneğini kanıtlayan bir anı da Taffarel ile girdiği iddiadır. Hagi, Taffarel’in kalesine çektiği 10 şutun tamamını gol yapar. Dünya Kupası kazanan bir kaleciye karşı bu başarı, onun ne denli büyük bir yetenek olduğunu gösterir. Akranları bile bugün o iddiaya girse, “Hagi kazanır” derler.
Hagi’nin Mirası ve Türk Futboluna Mesajı
Hagi kimseyle kıyaslanmazdı. Alex de Souza bile Hagi’den izler ve hareketler çalıştığını söylemişti. “Karpatların Maradona’sı” lakabını sevmese de, o Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük 10 numarasıydı. Futbolu büyük bir hırsla oynayan, her zaman kazanmaya programlanmış biriydi. Köstence sahilinde başlayan yolculuğunda Türkiye’yi de durak yapması, bir futbolsever için büyük bir nimetti.
Küçükken babası tarafından derslerine mani olduğu düşüncesiyle “tembel, disiplinsiz” olarak kulübe tanıtılması ve bir yıl top oynayamaması, Hagi’nin hayatındaki ilginç detaylardan biriydi. Sonraları Çavuşesku’nun oğlu tarafından üniversiteye kaydettirilip kulübüne alınması, Hagi’nin kaderini değiştirir.
Bugün Hagi gibi topçuları özlüyoruz. Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Lucescu’ya “Ben sağ bek değilim, rakip sahada oynamam lazım!” diye bağıracak kadar oyun delisi, yıldızı sahiplenen adamları özlüyoruz. Haciler, Alexler, Sergenler gibi nadide çiçekler kolay bulunmaz. Ancak ligin marka değerini, kalitesini ve standartlarını yükseltmek için hikayesi olan, hırsı olan, amacı olan, hedefleri olan, hayalleri olan oyuncuların ve antrenörlerin sayısını artırmalıyız. Böylece ligimiz izlenebilir olur, güzel hikayeler biriktirir ve gelecek kuşaklara aktarırız. Futbol, güzel hikayelerle meşhurdur ve biz bu nostalji hastalığından ancak yeni hikayelerle çıkabiliriz. Bugünlerden de ümitliyiz; futbol sohbetlerimizde anlattığımız bu kahramanların yerini alacak yeni isimlerin çıkması dileğiyle.